29 Aralık 2005 Perşembe

Öfke Halleri

İnsanız hepimiz, eşref saatimiz de oluyor; eşşek saaitimiz de. Eşref saatler kabulümüz de; insanın kanının beyne sıçradığı, aklın izne çıkıp, hakimiyetin öfkeye teslim olduğu hallerden bahsetmek istiyorum birazcık.
"Öfkeme hakim olamıyorum, sinir anında ne dediğimi bilmiyorum" sözleri zaman zaman birçoğumuzun ağzından dökülmüştür.
Bana kalırsa zor olan öfkeyi kontrol altına almaktır. Bu konuda bir kitap okumuştum :"Öfke dansı", zaman bulup da okumak isteyenlere tavsiye ederim, gerçekten bu konuda iyi birt kitap.
Çatışmalarda asıl neye öfkelendiğimizi yani öfke kaynağımızı tesbit edersek, farkınlağımızı sağlayıp, çözüme daha kolay ulaşırız. Birçoğumuz işin kolayına kaçıp olayları üçgenleştirmeye başlarız. Bu da bizi asıl konudan uzaklaştıran büyük bir tehlikedir. Konuyu sağa sola sıçratıp kısır döngü şeklindeki tartışmaların birincil nedenidir.
O zaman yapmamız gereken konunun özüne inmek olmalı. "Beni asıl öfkelendiren ne?" sorusunun yanıtını doğru tespit ettiğimiz anda çözüm gelecektir!

26 Aralık 2005 Pazartesi

Merhaba!!!

Merhaba!!!
Uzun zamandır bir şey yazamıyordum bloguma... Nedendir bilmem bir üşengeçlik, bir karamsarlık vardı ki üzerimde bir türlü yazmak istemiyordum.
Ardından uzun süredir beklediğimiz onbeş günlük tatilimiz başladı. Ankara' ya hareket ettik. Görümcem minik kızımız Elif bebeği dünyaya getirdi. Allah uzun ömürler versin...
15 gün boyunca hem yeni doğan yeğenimizin tadını çıkardık, hemde Ankara' nın güzel güneşli günlerinin. Gerçekten de gittiğimizde hava yumuşaıktı. Oysa biz Ankarada karlı, buzlu hava beklediğimizden en kalın giysilerimizi alarak gitmiştik kocişle :) Bir de ev kaloriferli olunca terledik durduk. Tatilimizin son günlerinde hava sıcaklığı biraz azaldı da kalın mantomu bir gün bile olsa giyme fırsatı buldum, yoksa hamallık ettim diye çok üzülüyordum :)
Ankara da bir de lisede üç yıl aynı sırayı paylaştığım Fatoş arkadaşımı da ziyaret etme fırsatı buldum. Kendisi geçen eylül ayında İstanbuldan tayin olarak Ankaraya yerleşmişti. Ve biz üç yıl aradan sonra ilk kez görüşecektik. Dahası arkadaşım çok merak ettiği bal böceği tanışacaktı. Görünce çok sevdi bal böceğimi. Ama bana anne diye seslenmesini yadırgadı. Beni anne halimle ilk kez görüyordu çünkü.
Yıllar ne çabuk akıp geçiyor.... Evet artık bende anneyim :) Otuzlu yaşlara tırmanan, lise yıllarını çoktan geride bırakmış, bir iş kadınıyım.!
İşte böyle geçen pazartesiden beri İzmirdeyiz. Doğrusu İzmiri ve evimi çoook özlemişim. İşlerim ise bir hayli yoğun. İş dışında hiç bir şeye fırsat bulamıyorum. Balböceğine gelince; her sabah bize okula gitmek istemediğini tekrarlıyor ancak okul kapısına gelince koşa koşa sınıfa gidiyor. Bu gün yılbaşı etkinlikleri ve kutlamalar başlayacağı için noel baba pijamasını giydirip yolladım. Kimbilir nasıl eğleniyordur ???

10 Kasım 2005 Perşembe

MUSTAFA KEMAL' DEN!

BURSA NUTKU
" ... Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır demeyecektir. Hemen müdahale edecektir.
Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecektir;İ asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkum edecektir.
Yine düşünecek : demek adliyeyi de islah etmek, rejime göre düzenlemek lazım! Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber; bana, İsmet Paşa' ya, meclis'e telgraflar yağdırıp haksız ve suçlu olduğu için tahliyesine çalışılmasını kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki; ben inanç ve kanatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir!
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!"
M.Kemal ATATÜRK

8 Kasım 2005 Salı

BAYRAMLARIMIZ

Bayram deyince içimi yarı hüzün yarı sevinç kaplar. Bayram bugün bana en çok tatil demek. Fakat sağ olsunlar ailemizin kalabalıklığı ve bitmek tükenmek bilmeyen bayram ziyaretlerimiz nedeniyle pek tatil gibi yaşayamasak da bayram coşkusunu pek bir severim. Eski bayramları anmadan da geçemem.

Biz üç kardeşiz. Çocukluğumdaki bayramlarda hatırlıyorum da annem mutlaka şapkası ve çantası olan cicili bicili elbiseler alırdı kız kardeşimle bana. Önce anneanne ve babaanneye gidilirdi. Ama ben en çok anneannemdeki bayramları severdim. Çünkü annemin tüm kardeşleri bayramın ilk günü orada olurlardı. Biz kuzenler bir araya gelir; büyükler salonda otururken biz küçük odada kudururduk. Anneannemin yüzünde güller açardı bayramlarda ve her birimize bakıp: Bunların hepsi benim dallarım, budaklarım, hepsi bir kişiden diyerek övünürdü.

Eve döndüğümüzde ise komşularımızla bayramlaşmak adına dolaşmaya çıkardık. Üç kardeş ve amcamın çocukları bazen de mahalleden arkadaşlarımızla tüm sokağı, sonra da mahalleyi turlardık. Hatırlıyorum da; henüz ilkokula başlamadığımız yıllardı. Yine bayramlaşmak için mahallemizin üst taraflarından tanımadığımız bir evin kapısını çalmıştık. Bir bayan kapıyı açmıştı. Beni ve kız kardeşimi öyle beğenmişti ki elimizden tutup içeriye yaşlı babasının yanına götürdü. “Baba, baksana nasıl da şirinler. Şu elbiselerin, şapkaların güzelliğine bak” diyerek sevip okşadılar bizi. Sonra da içi saç tokalarıyla dolu kocaman bir poşetten en güzel tokaları seçip almamıza izin vererek uğurladılar bizi. Biz şirin şirin ayrıldık evden. Daha köşeyi döner dönmez arkadaşlarımıza haber vermeye koştuk. Arkadaşlarımıza şurada bir evde bayramlaşmaya giden çocuklara çok güzel tokalar veriyorlar haberini uçurunca hep birlikte yeniden gittik o eve, bu kez arkadaşlarımız için tokalar aldık kadıncağız bize de birer toka daha verdi. Ve o bayram bayramın son gününe kadar defalarca ziyaret ettik o aileyi saç tokası alabilmek adına ve her seferinde sayımız artarak gittik. Şimdi gülümseyerek hatırlıyorum da ev sahibine fenalık gelmişti herhalde diye düşünüyorum.

Ben evin en büyük çocuğu olduğum için en az bayram harçlığı bana verilirdi. En küçüğümüz olan erkek kardeşim ise paraların en fazlasını toplardı. Sonra binbir pazarlıkla siparişlerimizi sıralayarak anneme zorla teslim ederdik paralarımızı :) Topladığımız şekerleri eve gelince çantalarımızdan boşaltır; zafer kazanmış komutan edasıyla sayardık birer biter hepsini.

Şimdi büyüdük… Nerede bizim çocukluğumuzdaki gibi bayramlar? Halen devam eden tek şey annemin kardeşlerinin yine anneannemin evinde toplanıyor olması. Gerçi biz kuzenlerden bir çocuğumuz evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Kız kardeşim evlendi ve İsveçe yerleşti.

Bizde adettir. Her bayram arife günü işyeri tatile girer girmez Aydına kayınvalidemin yanına gider bayramın son günü İzmir’e döneriz. İzmir’e döndüğümüzde bayramın tadı pek kalmamış oluyor ve anneannemdeki bir araya gelişlere yetişemediğim için pek bir üzülüyorum ve içten içe kızıyorum eşime.:(

Aydında Atça kasabasında kayınvalidemin yanında gireriz bayrama. Arife gününden ailenin büyükleri (bayanlar) kayınvalidem , büyükanne ve hala bir araya gelerek yufka açıp tepsi tepsi bayram baklavası pişirirler. O da çok hoş bir telaştır. Birisi açmacı olur, birisi ceviz atmacı, biri pişirmeci. Bağırış çığırış baklavaları hazırlarlar. Bayram sabahı eşimi bayram namazına gönderdikten hemen sonra kahvaltıyı hazırlamaya başlarız. Ve namaz dönüşü kapıda bayramlaşırız eşimle, annesinin elini öper kahvaltıya otururuz. Bayram topu patlar ve bayramın başladığı duyurulur. Sonra da ev ziyaretleri başlar. Biz en önce eşimin amcasıyla bayramlaşırız. Sonra da diğer akrabalarımızla. Hiç birini atlamadan tek tek ziyaret etmeye çalışırız. Ben tek gelin olduğumdan genelde garsonluk yaparım bizimle bayramlaşmaya gelenlere :)

İşte böyle bayramlar akrabalarla, dostlarla paylaştıkça güzelleşiyor. Allah kimseyi yalnız bırakmasın. Hep birlikte nice güzel bayramlar yaşamak dileğiyle herkese sevgiler.

25 Ekim 2005 Salı

TOPRAĞIN OĞLU

Toprağın oğluydu o: çiftçiydi.
Her sabah gün doğmadan düşerdi toprağın kucağına, teriyle sulardı her bir tohum tanesini gün batımına değin
Damarlarından biri toprakla beslenirdi onun. Kim ne derse desin, tek bir fidan kurumasın, bir ağaç ölmesin diye çabalamaktan geri kalmazdı.
Toprağı yalnız bırakmazdı onu, toprağı emeğinin karşılığını verirdi...
En yakın arkadaşları birer birer şehre göçmüşlerdi. Burada karınları doymuyordu artık. Masraflarının karşılığını bile vermiyordu tarladan kalkan ürünler. "Çalış, çalış... eline geçen bir şey yok. Üstüne üstlük de zarar ediyoruz" deyip terketmişlerdi buraları. Geçenler de de kardeşliği gitmişti. Gözü yaşlı ayrılmıştı köyünden, heybesine umut doldurup gitmişti yaaa, Allah yardımcısı olaydı.
Haklıydı; hepsi de haklılardı. Tarlalara gelecek işçi bulamaz olmuşlardı. Herkes naz ediyordu. Gelip çalışanlar da artık üç kuruşa akşama değin ter dökmek istemiyorlardı. Sonrası... Sonrası tohuma para, gübreye para, mazota para. Ver Allah ver. Ama cepten gidenin karşılığı gelmiyordu ki… Tarlada kalıyordu ürünleri. Çok zaman hayvanların önüne koyuveriyorlardı. Yılda bir kez ürün alınıyor. O da tarlada kalınca ne yapsalardı.
Zaman eskisi gibi değildi artık. Kimse çiftçinin yüzüne bakmaz olmuştu. Geçen senenin altında fiyat veriyordu tücarlar pamuğa, mısıra, buğdaya. Cepten gidenin karşılığını bulamıyor ki çiftçi.
Evdeki karısı da haklıydı:"pazara çıktığında çantası dolsun istiyordu, bebesine yeni giysiler istiyordu. Çamaşır makinesi istiyordu, elleri artık yumuşacık olsun, nasır tutmasın istiyordu"
Bir yaşlıları kalmıştı köyünde, bir de toprağın oğlu. Yoook ben toprağımı bırakmam diyordu, o da beni bırakmaz.

Yağmur damlalarına karıştı aktı da aktı göz yaşları. Neden sonra açabildi avuçlarını: bir pamuk kozağı vardı elinde. Bir o kuru kalmıştı avuçlarında. Diğerleri yağmurla yıkanmıştı.
Nasip dedi, toprağın oğlu. Her ne kadar öldürse de yağan yağmur emeklerini, çiftçinin işi nasipdi işte. Yağmur emeklerini alıp götürse de .....

24 Ekim 2005 Pazartesi

HAFTA SONU NERDEYDİK?

Malumunuz üzere izmir beşik gibi sallanıyordu biz de babaanneye kaçtık. Önce büyük anneannemizin evine gittik. Orada yeni doğmuş buzağıları sevdi, okşadı balböceği hatta eve götürelim diye tutturdu bile...
Sonra da babaanneye gittik.
Güzel bir hafta sonuydu en azından deliksiz uyuyabildiğimiz iki gece geçirdik.
pazar gecesi sahurdan sonra izmire döndük.
Umarım güzel bir hafta olur.
Herkese iyi haftalarrr :)

18 Ekim 2005 Salı

DEPREM !

29 yaşındayım ve bu yaşıma gelene değin defalarca deprem yaşadık ama hiç biri dün yaşadığım heyecanı yaşatmadı bana. Ben genelde soğuk kanlıyımdır, kolay kolay panik olmam ve beni korkutacak deprem ancak binaların yıkıldığı ortalıkta yardım bekleyen insanların göründüğü depremdir. Dün izmirde yaşanan depremde sarsıntının dışında bir şey yaşanmamasına ve gözle görülür zararlanmalar olmamasına rağmen büyük panik yaşandı.
Sabah meydana gelen ilk depremi yolda olduğum için hissetmemiştim. Allah duyurmasin derler ben tam binanin onundeydim deprem sirasinda ve
hicbirsey duymadim. dekanlik binasina girdigim anda herkes panik halde bir seylerden bahsediyor. Ne oldugunu anlamadim sonra dersliklerden ogrenciler
ciktilar panik halde hepsinin elinde cep tel. kosaradim derslikleri bosaltip kendilerini sokaga attilar. O zaman anladim deprem olmus :( Merdivenlerde is arkadasim ile karsilastim herkes binayi bosaltinca o da ne yapacagini sasirmis almis cantasini bari ben de cikayim demis. Birlikte donduk buroya. Öğleye kadar sarsıntılar devam etti. Biz de türlü deprem hikayesi anlattık durduk birbirimize, gülmece bile yaptık.
Öğle paydosunda yemekhaneye giderken Ebru yemekhanenin bodrum
katta oluşundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdiğinde bile gülüyordum. oca hastane yıkılır da kliniklerin tamamı yemekhanenin üstüne çökerse... Hasta yatakları ve serum şişeleri arasında sıkışır kalırız neyseki doktorlarımız başımızda olacak diye makara yapıyorum. Yemeğin sonuna doğru 5,9 şiddetindeki depremi yaşadık. Önce hafif bir titreme oldu ve sallanıyoruz dedik. Ardından ön masalardaki 5-6 kadının sanırım hemşireydiler ellerindeki tepsileri can havliyle masaya bırakıp kapıya doğru kaçtıklarını gördüm. Herkes donup kalmıştı. Ellerinde yemek tepsileri yemeklerini yeni alanlar, içeriden kapıya doğru koşanlar ... ortalık mahşer yeri gibiydi. Ancak birkaç dakika içinde toparlandık. Baktık kırılan dökülen bir yer yok yemek yemeğe devam ettik.
Oğlumun kreşi de hastane bahçesinde olduğundan haydi çocuklarımıza gidip bakalım dedim. Ebrunun kızı da Yağızın bir altı sınıfındaydı. Çocuklar uyumuşlardır diye düşünerek kreşe gittik. Bir de ne göreyim çocuklar pijamaları ile koridorda sıralanmışlar. Telefon gelmiş binalar boşaltılacakmış. Yağız koşarak yanıma geldi. Çocuk neşe içinde bahçeye çıkıyoruz oyun oynayacağız diyor. Ebrunun kızı ise üstüne kakasını yapmış. Ebru altını temizleyelim diyor bakıcı şimdi altını mı temizleyeceğiz diye soruyor. Ebru içeriye kendisi geçti ben temizleyim dedi. Ben Yağızla bahçeye çıktım. Çocuklar kum havuzuna oturtuldu. İçeride yetmiş tane 3 yaş altı çocuk var ve kreş müdürü nasıl panik, onun paniği beni korkuttu kollarına ikişer çocuk alan kedi yavrusu taşır gibi çocukları alıyor dışarıda sınıf teyzeleri çocukların başında bir taraftan minder taşınıyor diğer taraftan bahtaniyelere çocuklar ikişerli taşınıyor ve velilerin hiç birine ulaşılamıyor telefonlar kilitlenmiş!Yağız gayet sakin olunca arkadaslarının yanına oturtup kreşe koştum. İki çocuk da ben aldım koşarak bahçeye getirdim. Çocuklardan erkek olanı yüzüme bakıp bakıp ağlıyor. Sarıp sarmalıyorum ağlama bebeğim diyorum ama nafile. Gelen her çocuğu yorgana ya da bahtaniyeye sarıyoruz ama uyku sersemi çocuklar, üstlerinde pijama ve ceketleri var ama hepsi de buz gibi oldular. Ve küçüklerin hepsi ağlıyor. Hepsi bakıcılarına koşuyor ama bir bakıcı kollarıyla en fazla dört çocuğu sarmalayabiliyor. Elimizin kolumuzun yettiği çocuklara sarılıp, sakinleştirmeye çalıştık. Kısa sürede boşaldı okul. Bu kez her çocuğu kundaklar gibi bahtaniyeler bohça yapıp yan yana dizdik. Çok üşüdüler çünkü. Ben ve Ebru çocuklarımızı alıp bürolarımıza gittik. Bu kez dekanlık binasına giremedik. Bina boşaltılmış ve bizi yukarıya salmıyorlar. Çıkmalıyız telefon edeceğiz diyerek çocuklarımızla merdivenlere yöneldik. Bu kez çocukları aşağıda bırakın dediler. Yaz işlerinden bir memur arkadaş Ebrunun kızını kucakladı. Çocuğu bana bırak, sen yukarıya çık, dedi. Ebru kızım başkasıyla durmaz dese de durur, durur diyerek aldılar çocuğu. Yağız'ı da daha önce hiç görmediğim bir memur arkadaş kucakladı. Bayan siz merak etmeyin ben sizi tanıyorum. Kapının önünde olacağım. Siz de oyalanmadan hemen aşağıya inin binalarda durmak tehlikeli dendi. Koşarak büroya geldik. Çocuğum pijamalarıyla aşağıda tanımadığı birinin kucağında hemen büroyu, bilgisayarları kapattık. Telefonlar kilitlendiği için kimseye ulaşamadım. Eşim nerede bilmiyorum. Bahçede beklerken eşim geldi. Bir saat kadar bahçede bekledikten sonra evlerimize döndük. Ama trafik felç olmuştu. Nasıl panik vardı... Okullar tatil edilince herkes çocuğunun okuluna ulaşmak durumunda kaldı ama normalde on dakika sürmeyen mesafelere saatlerce ulaşılamadı. Otoparklarda arabalar tıklım tıklımdı. Herkes çantasını , yiyeceklerini almış arabalarında bekliyordu. Biz de arabamızın deposunu fulledik. Ama daha sonra evde (Gaziemirde eşimin dayısındaydık) oturduk. Ve çocuğumuz hiçbirşey hissetmedi.Kaldı ki iki buçuk yaşındaki bir çocukla arabada saatler geçirmek, onu orada oyalamak, yedirmek vs. evde kendi başına deprem paniği yaşamaktan daha zordu. Gece saat on gibi evimizi dönerken telefonumuza kontör almak istedik. Ama hem gaziemir hem de bucada her dükkana gidip kontör sorduk ve tek yanıt aldık: Kalmadı! İnsanlar kontör ve yiyecek stoklamışlardı. Koca bucada ne kontör ne de yiyecek ekmek bulamadık. Evimize döndük. Gece tekrar sarsıntı yaşamadık ve baş ucumuza acil durumda gerekenleri koyup eşofmanlarımızla uyuduk. Çok şükür sabaha kadar deprem nedeniyle uyanmadık. Şimdilik de sakin bvir şekilde günlük hayatımız devam ediyor. Allah başka felaketler göstermesin!

13 Ekim 2005 Perşembe

NE ÇABUK BÜYÜYOR BU VELETLER

Oysa büyümesini dört gözle nasıl da beklemiştim. Ahh bir büyüse , bir konuşsa diye... Yollarda sohbet ederek el ele yürüyeceğimiz günlerin hayalini kurarken yüreğim bir başka çarpardı.
Şimdi 31 aylık oğlum karşıma geçip "anne, biraz sohbet edelim mi?" diye sorduğunda donup kalıyorum.
Uzun süredir görmediğim biri oğlumu görüp de "aaaaa ne kadar büyümüş" dediğinde bir sergide eserini gururla ziayretçilerine sunan ressam gibi hissediyorum kendimi: "işte benim sanat eserim" diyorum.
Biliyorum ki; kollarımın arasında kokusunu uzun süre soluduğum, minik başını sevgiyle okşadığım keyifli anlar git gide azalacak... Minik bebeğim, kuzucuğum, oğluşum apayrı bir birey olarak varlığını ortaya koydukça , onunla başka keyifli yolculuklara çıkacağız!
Ne hızlı büyüyor bu veletler... "sen küçücük bebekken..." diye başlayan konuşmalardan büyük keyif alır oldu. Sık sık sorguluyor. "Ne yapıyordum anneeeee?" Ben de cevaplıyorum: " Aguuuu" diyordun. Kahkahalarla gülüyor " Aguuuu mu diyordum hahaha haha hahaah"
....

10 Ekim 2005 Pazartesi

HASTALIK HALLERİMİZ

Büyükler derler di çocuğun hasta olduğuna yanmam, huyunun değiştiğine yanarım diye. Pek doğru söylemişler.Oğlum bu hafta sonu maalesef rahatsızlandı. Cumartesi öğleden sonra başlayan hafif ateş gece 38,2 leri buldu ve Pazar sabahı acile götürdük. Boğaz enfeksiyonu geçiriyormuş. Genel durumu iyiydi. Ateş dışında başka bir sorun yok gibiydi. Soruyorum oğlum çiş yaparken pipi acıyor mu?, kulakların ağrıyor mu diye. “Yooottt ağrımıyor diye cevap veriyor” En sonunda sadece boğazım ağrıyor dedi Aman da büyümüş de teşhis konusunda bizi aydınlatırmış!!!

Cumartesi gecesi saat üç gibi ateşler içindeydi. Hemen ılık duş aldırdık ve ateş düşürücü içirdik. Ondan sonra küçük beyimizin çenesi bir açıldı. Yatak odasına bizim yanımıza yatırmıştık. Ateş yükselirse haberdar olalım diye. Tutturdu uyumayalım; sohbet edelim!

Mecburen sohbet edildi. Yaklaşık yarım saat kadar sohbetten sonra göz kapaklarımın düşmesine engel olamaya başladım ama hemen yanaklarımda minik bir el “anneeeee, anneciiimmm uyumaaaa, sohbet edelim! Bana civciv anlat, masal anlat, meraklı ördek anlat, arçelik anlaaattt” Masalları çabuk çabuk anlatıp haydi şimdi de uyuyalım diyorum bu kez babaya dönüyor ağlayarak “babaaaaaaa ben uyumucam babacım sohbet edelim, bana noel baba anlaaattt”

En sonunda feryat figan ağladı uyuyoruz diye fakat bu sefer oralı olmadık ağlaya ağlaya uyudu.

Öğlen yemeğini hazırladım. Çorba yiycem anne çorbaaa dediği için pişirdiğim tarhana çorbasına karşıdan şöyle bir baktı ve yemiyceeem dedi. Ne yiyeceksin? Dolmaaaa. Peki dolma veririm yemez. Hiçbir zaman yemek problemi yaşamadığım oğlum iki lokma dolmayı da yemeden bıraktı. Israr etmedim . iştahı yok herhalde diye ama bu kez naaar yiyceeemmm dedi ve her tanesi öksürttü onu. Narları önünden zor zar aldım. Zaten ertesi sabah doktora götürdüğümüzde boğazının ağrıdığını söyledi dedim hemen yanımdan “nar yiyemedim, boğazıma takılıyorrrr” diye açıkladı sıpam!

Pazar gündüz ise pehlivanoğlunun önündeki trambolinlerde zıplamak için resmen sayıkladı evde. Tamam ilacını içersen götüreceğiz dediğimiz için düştük yollara. Ama aksi gibi de Bucada iki Pazar kuruluyor trafik felç, pahlivan oğluna ulaştık ama park yeri bulmak imkansız. Yağız başladı arabanın içinde ağlamaya “pehlivanın oğluna dideliiimmmm, ben zıplıcaaam” Tamam oğlum geldik deriz anlamaz. Ağlar da ağlar. Bu kez Pazar yerinin yakınına park etmek zorunda kaldık ve pazarın içinden geçerek markete dolayısıyla trambolinlere ulaşmaya çalışıyoruz. Pazarda sürekli ağladı. “Pazara ditmeyeliiimmmm, pehlivanın oğluna dideliiiimmm” diye. Oğlum buradan geçmek zorundayız bak gidiyoruz diye açıklama yapmaya çalışıyoruz ama nafile dinlemiyor bile tek bildiği mızlanmak. Gittik sevinçle trambolinlere atladı bu kez hareket nedeniyle halsizleşti ve ateş başladı. Uzandı trambolinlere süre doldu başka çocuklar da zıplamak için sırada bekliyorlar bizim adam ben burada uyuycaaaaam diye tutturdu. Neyse zor zar aldık içeriden. Yolda eline bir armut aldı gözleri kapalı yiyor tam uyuyor armut elinden düşüyor diye uyanıp ağlıyor…..Ağlamaktan ve uykusuzkukltan helak oldu. En sonunda zorla sızdı. Öğleden sonra uykusunu uyuduktan sonra gayet iyiydik, antibiyotiğe başladık, ateş düşürücü veriyoruz gayet keyifli ancak gece uykudan önce terlemişsin oğlum, gel pijamalarımızı giyelim zaten uyuyacağız dememle birlikte kızılca kıyamet koptu. Onu soymama çok sinirlendi. Giydirdiğim pijamayı yeniden çıkartmak için en az on beş dakika boyunca aralıksız ağladı. Babasıyla birlikte ağlatmayalım ne giyerse giysin diye düşünmemize rapğman bu kez çığlak kalmak için tutturdu ve öyle bir ağladı ki çığlık çığlığa sanki etinden et koparılıyor. Doğdu doğalı ilk kez böyle inatlaşma ve ağlama yaşanıyor sonra olmayacak bir kıyafet seçti gardrobundan bunu giyeceğim dedi. Ancak bu sefer de bez bağladım diye aynı seromoni ağlamayla birlikte öksürük geliyor ve neredeyse kusacak gibi oluyordu. Masal anlatıyorum, şarkı söylüyorum, hayır küçük bey avaz avaz ağlıyor! Ne yapsam akılı giysilerinde neden soymuşuz???

En son balkona çıktık etrafı izledik biraz sakinleşti. Balkonda kucağımda dolaştırdım durdum, bir taraftan aydedeye şarkılar, diğer taraftan sohbet mayıştı bizimki ve yavaşca yatak odasına götürdüm bu kez kitap okuyalım diye tutturdu. Tamam iki kitap aldım okudum her sayfa ve resim ile ilgili beşer dakika sohbet !!!! Kitaplıktaki tüm kitapları okumamı istenmez mi? Hızlı okuyorum tekrar ettiriyor velet! Fenalıklar geçireceğim. Yine masal, kitap ve ağlama krizinin ardından sızarak uyudu.

Allahım bir an önce iyileşse de normale dönse yavrucuk derdinden neye ağlayacağını şaşırmış durumda bizi etrafında döndürüyor ve ilk kez bir çocuk gibi şımarıklık yapıp, Naz üstüne naz yapmaya başladı.

Ne demişler annelik zor zenaaatttt!!!

5 Ekim 2005 Çarşamba

HOŞGELDİN RAMAZAN!

Bu gün mübarek ramazan ayının ilk günü herkese hayırlı olsun. Malumunuz ben de artık büyüdüğüm için oruç tutmak istedim ve bugün orucum! Sabaha kadar tuvalet eğitimi alan oğlumu bir kazaya sebebiyet vermemek adına iki satte bir uyandırıp tuvalete taşıdım, saat iki buçuklardan neredeyse sabaha kadar heyecen içinde davulunu çalan davulcuyu dinleyerek sabahladığım için de bir hayli uykusuzum!

3 Ekim 2005 Pazartesi

HEKİMLİK KARİZMASI 2

Bir önceki yazima gelen yorumlari değerlendirdiğimde gördüm ki asıl değinmek istediklerim yanlış anlaşılmış. Bu nedenle aynı başlıkla yazıma bazı ilaveler yapma gereği duydum.
Öncelikle şunu belirteyim; eleştirim şimdilik sadece hekimlere. Onun dışında sağlık sektöründe tedavi tabiiki bir ekip işi. Eczacısından, hemşiresine, ilaç firmasından, hastabakicisina, sağlık teknisyenleri ve laborantlarına kadar.
İşim nedeniyle gün içinde onlarca hekimle bir arada çalışıyorum. Yani sağlık sektörüne uzak birisi değilim. Ancak öyle olaylarla karşılaşıyoruz ve öyle sahnelere tanık oluyorum ki "Beni Türk Hekimleine Emanet Ediniz " sözü yakında müzeye kaldırılacak gibi geliyor bana! Bu istek git gide uzaklaşıyor günlük hayatımızdan...
Nedenine gelince: Hekimlerimizin yada hekim adaylarımızın bir çoğu rutin tedavilerinde bir takım gereklilikleri yok sayarak hareket ediyorlar. Örneğin; bir hasta hekimin karşısına geldiğinde hastalık öyküsü dikkatle dinlenmeli, hastanın fiziki muayenesi ve gerekli biyokimyasal, radyolojik tetkikler dahası tanıyı destekleyecek ne gerekiyorsa yapıldıktan sonra ilgili muayene ve tetkikler ışığında hastanın tanı ile ilgili bilgilendirmesi yapılmalı. Yada hasta ilgili bilim dallarına yönlendirilmelidir. Öyle değilmi.?
Fakat büyük sağlık kuruluşları ve hastanelerde yaşanan nedir? Hasta yavaş soyunuyor diye muayeneden vazgeçilmesi, neyin var amca/teyze sorusuyla başlayan sözel sohbetin ardindan hastaya karşıdan bakarak ilaç yazma: Bitti! Bu kadar. Gelsin sıradaki hasta.
Hasta konuşacak durumda değilse yada doktoruna şikayetlerinden bahsedecek kadar kendini yetkin hissetmiyorsa; hasta yakını, hasta adına hekime şikayetlerini anlatıyor hekim de aldığı sözel bilgillerden sonra ellerine okunaksız bir reçete verip gönderiyor.
Sevgili eczacılarımız tabiiki sağlık danışmanlarımızdan biridir. Tabiki hekimler ilaçların jenerik isimlerini ve formülasayonlarını belirtebilirler. Ancak dr. yazısını yanlış yorumlama nedeniyle hastalara yanlış ilaç yükleyen eczacılar ve yanlış tedavi alan hastalar yok mudur? Malesef var arkadaslar hem de sayıları yadsınamayak kadar çok...
Sorun sistem tabiki. Yani suçun büyüğü devlette ya da Sağlık Bakanlığımızda. Hastanelerde hekim başına düşen hasta sayısı çok fazla olduğu için muayeneye zaman bile bulamıyorlar.
Ancak bu tür uygulamalar malesef "ETİK DIŞI" ve bu davranışların benim gözümde kabulü yoktur. Hasta bilgilendirmesini mesleklerinin temeline almaları gerektiği bilgisini rutin tedavilerinde yok saymak; malesef gelenekselleşmiş durumda özellikle hekim adaylarımız, intörnlerimiz bundan bihaber hareket ediyorlar. Oysa öyle önemlidir ki hasta bilgilendirmesi. Hastalar hekime gittiklerinde latince söylevlerden bir şey anlamadıkları için konu komşudan aldıkları bilgilerle, kocakarı ilaçlarıyla, ya da sağlık ansiklopedileriyle iyileşmeyi hedefliyorlar.
Halkın anlayabileceği sade bir dille en azından tanıları hakkında bilgilendirme yapmak ZORUNDA olan sevgili hekimlerimiz halk dilinde açıklamalar, bilgilendirmeler yapmayı "KARİZMA KAYBI" olarak değerlendirip hastaları tarafından anlaşılmamayı daha uygun buluyorlar!
Tabiiki iyi çalışan etik muyeneler ve tedaviler yapan hekimlerimiz de var ancak sayıları parmakla sayılacakkadar az! MALESEF!
Neyin varmış sorusunun cevabını "kronik idyopatik ürtikerrmişim, ya da pnömoni olmuşum, veya "metastaik koleraktal CA, mitröz hemoraji, trombotik trombositopenik purpura, kardiyovasküler ...." -ki doktor yazısı ı okunabiliyorsa- şeklinde doktorlarından öğrenen hastalar ne kendilerine ne de yakınlarına anlatamıyorlar nelerinin olduğunu. Bu tanı nedir ne yapar, ne yapmaz. Nasıl davranmalı nelere dikkat etmeli bilimiyorlar! Bir dizi latince sözcük o kadar !
Kendimden bir örnek vereyim: Bu yaz malesef pnömoni oldum yani zatürre. Üç hafta boyunca üç ayrı hekimin tedavisini uygulamama rağmen kuvvetli öksürük devam ediyordu. İlk gittiğim KBB hekimi allerji tedavisi uygun gördüğü için bir antihistaminik verip bir hafta kullan dedi. Bir hafta sonunda ateş ve kusma olunca ikinci kez KBB hekimine gittim: Soğuk algınlığı için parasetamol grubu bir ilaç ekledi , Benical! Ateşim 38 i geçmedi dediğim için başka bir şeye gerek duymadı. Kulaklarımı burnumu ve boğazımı muayene etti gönderdi. Ancak körük gibi öksürmeme devam ediyordu bir hafta daha geçti. Sol atrafımam bıçak gibi saplanan ağrılar nedeniyle kurum doktoru Fizik ted. yönlendirdi. Orada fizik muayenenin ardından sabah akşam kas gevşetici ve ağrı kesici kullanmam önerildi. En sonunda bir gece öksürükten tıkandım. Hastaneye koştuk geldik. Bir göğüs uzmanına gitttiğimde hastaneye yatırmak istedi Sol akciğerim balgamla kaplanmıştı ve nefes alamıyordum. Üç hafta boyunca aldığım ilaçlar sadece tanıyı maskelemeye ve ciğere yayılmasına sebep olmuştu ve bu denli öksürüğe bir akciğer filmi çekişlmediği daha sı da göğsüm hiç dinlenmediği için gerekli tedaviyi almakta, ya da bir göğüs hastalıkları uzmanına çok geç gitmiştim.
Dahası pnömoninin elli çeşidinden hangisine yakalandığımı bilmediğim için ya da pnömoninin ne olduğu bilgisi bana verilmediği için dinlenmem gereken zamanları malesef tüm evimi kloraklarla dezenfekte ederek, kendime bir ağız maskesi takarak çocuğumdan ayrı geçirdim. Oysa ikinci kez kontrole gittiğim Göğüs hekimi viral pnömoninin bulaşıcı olmadığını yaptıklarımın gereksiz olduğu bilgisini - zorlamalarım sonucu - verdiğinde çok geçti. Mutlaka hastaneye kolay ulşabileceğim bir yerde kalmam gerktiğini, zaman zaman ani tıkanmalar yaşayabileceğimi, o zaman oksijen desteği almak için hemen hastaneye gitmem gerektiğini bilseydim ilk tıkanmamda Kuşadasında olmazdım!
Malesef arkadaslar ben hekimlerin "hekimlik karizması" saydıkları davranışlarına eleştirmelerimi sürdürmekte devam edeceğim. Bazı arkadaslar bunu beni,m kuruntum olarak değerlendirse de aslında yazmadığım çok fazla örnekler var! Hepsi de yaşanmış ve İzmir gibi bir büyükşehirde gerçekleşmiş olaylar.
Amacım şimdilik "birilerinin kulağına kar suyu kaçırmak"!
Sağlıklı günler diliyorum!
Herkese sevgiler!

9 Eylül 2005 Cuma

EVLİ MİSİN? DERDİN ÇOOOOOKK !!

Evlilik her genç kızın hayallerini süsleyen bir birlikteliktir.
Hele ki; aşık olunacak, gelecek yaşamımızda kendisine güvenebileceğimizi hissettiğimiz, her zaman birlikte olabileceğimizi hislerimizle onayladığımız karşı cinsle karşılaştığımızı hissettiğimiz an için evlilik kaçınılmaz sondur.

Evliliğin özellikle ilk yılı çiftlerin birbirine alışma dönemidir. Evlilikle edinilen yeni roller örn. birinin eşi olma, damat, gelin olma rolleri de benimsenmeye çalışılır.

Evliliğimin ilk aylarını hatırlıyorum da bir sabah eşim uykudayken gözlerimi açtığımda yatak odamı şöyle bir süzüp kendimi annemin evinin dışında, yabancı bir erkekle uyuyan biri gibi düşünmüştüm. Sonra evimin her odasını yeniden keşfeder gibi dolaşıp kendi kendime “evim! benim evim!.. benim mobilyalarım demiş, kuşluk vaktinde evimin nasıl göründüğünü izlemiştim.

Evli olmak, sevdiğim adama “kocam” diye hitap etmek bile çok zaman yabancı gelirdi bana. Oysa mükemmel bir nişanlılık dönemi geçirmiştim ve kendimi evliliğe olabildiğince hazır hissediyordum. Eşimin ailesi beni istemeye geldiklerinde hatırlıyorum da; ben mutfakta çikolata ve hediye paketlerini açmış, konuklarımıza ikram etmeyi düşünüyordum.. Elimde çikolatalarla salona döndüğüm anda babamın beni verdiğini ifade eden cümlelerini duymuştum. Babam işi yokuşu sürmemek adına “verdim gitti, Allah mesut etsin deyivermişti” ve ben kendi kendime “verildin Yeşim” deyip durmuştum. İlerleyen günlerde sözlüendiğimin bahsini yapan konuşmalarımda parmağımdaki yüzüğe şöyle bir göz atıp “verildim” diyordum. Aynanın karşısına geçip yansımama dikkatle bakarken sanki yeni bir yüz görmeyi bekliyordum. Nişanlılık dönemimde de “nişanlım” diye birbirimize hitap edip ardından gülerdik eşimle. İkimize de yabancı madde gibi geliyordu “nişanlım sözcüğü” Komik tabii bu durum.!

Çiftler birbirlerine ve edindikleri rollere alışadursunlar eşzamanlı olarak aileler de çocuklarının hayatındaki yeni başlangıçlara alışma dönemi geçiriyorlar. Özellikle gençler ailelerin ilk çocuğu ise bu dönem hem gencin hem de ailenin ilk tecrübesi oluyor.

Hani derler ya “analar tahtını yaparmış, bahtını değil” Evet o güne kadar tahtını yapmaya çalışmış olan analar ellerinden gelse bahtını da yapmak istiyorlar….Ben de anneyim; o güne gelince neler hissederim bilemiyorum ama, insan evladının her zaman mutlu olmasını diliyor. Bu doğal tabiiki ancak; koruyucu aileler çocuklarının hayatlarına ve seçimlerine müdahale ederek çok zaman negatif durumlar yaratabiliyorlar.

Her anne babanın hayalinde bir gelin yada damat adayı profili vardır. Çocuklarının bahtını en güzel şekilde süsleyecek bir hayaldir kafalarındaki! Gün gelip de çocukları kendi tercihini aileye ilan ettiğinde; çocuğun tercihi ile ailelerin gönlünde yatan aday profili adeta yarış içine girerler. Hele ki annenin hayalindeki gelin/damat adayı ile bir uyuşmazlık söz konusu ise daha doğrusu çocuğun seçimi anne babanın hayallerini karşılamıyorsa işte o zaman durum vahim!

Gençler birbirini tercih etmişler ve hayatlarını birleştirme kararı almışlar tabiiki geçinecek kişi onlar ama ya aileler?? Bir türlü içlerine sindiremedikleri gelin/ damat adayı ile zorunlu akraba olmayı kafalarında sınamaya devam ederler. Olgun aileler genelde sessiz kalıp çocuğun tercihini yaşamasında sorun teşkil etmek istemezler. Ancak koruyucu aileler her fırsatta olumsuzlukları dile getirmekten çekinmemeyi adet haline getirebiliyorlar.

Düğün günü geldi ve gençler hayatlarını birleştirdiler.Ve başta anlattığım gibi bir alışma sürecine girdiler. Aileleri de tabii. İlk aylarda çiftler birbirlerinden beklentilerini sorgularlar dururlar, birbirlerini tercih etmenin ne denli iyi ya da kötü olduğu yönünde yüzleşmeler bile yaşayabilirler kendi içlerinde. Hani derler ya “içine girmeden anlaşılmaz” diye şimdi içine girdi işte. Ve her birliktelikte olduğu gibi evlilikte de çatışmalar olur, olacaktır.

Ancak ilk yılda yaşanan çatışmalar nedense insanın kanını donduruyor. Çünkü türlü hayallerle süsleyip bezenmiş birlikteliğin artık sıradan çiftlerin birlikteliğine benzediği, sevdiğin adamın her erkek gibi , eşinin annesinin “kayınvalide” gibi davrandığını görmek bazen tokat gibi iner insana!

Böyle durumlarda çiftlerin mükemmel olmaya çalışmaları ya da mükemmeli arama çabaları da gündeme girer. Olması gereken bireylerin oldukları gibi davranmaları ve karşısındaki kalıba koymaya çalışmamalarıdır. Kişiler mükemmeli oynamaya başladıklarında kendilerini çıkmaza sürüklediklerinin farkına varamayabiliyorlar. Beklentilerle hayaller; gerçekler ile yeni roller arasındaki gel gitlerde gözümün önüne şu sözü getiririm hep: “Hissettiğin her şeye hakkın vardır”.

Bir de genelde ilk aylarda çiftler arasında cinsellik ön plandadır. Nişanlılıktaki yakınlaşmalar, öpüşmeler ve dokunuşlar evlilikte yeni bir boyuta; tam anlamıyla sekse dönüştüğünde öz. kadın için bu rahatsız edici olabiliyor. Ve kadının seksten zevk almaya başlaması genellikle birkaç ayı bulabiliyor, partneri zevkten dört köşe olmuş bir haldeyken dahi kadın kendini sorgulamalar içinde bulabilir. Ve nişanlılığındaki adamın kaybolmuş olduğunu bile düşünebilir.

Evliliğe hazırlanan çiftlere bizim toplumumuzda bu gibi durumlar hakkında ön konuşmalar yapılmaz her nedense. Gerçek olan sorunların yaşanmayacağı değildir. Biz eski türk filmlerinden ezberlediğimiz kadarıyla pembe hayallerle yuvamızı oluşturup sonra gerçeklerle pat diye yüzleşiveririz. Oysa asıl konu “çatışmaların nasıl çözüleceğidir”. Hiç kimsenin yaşamı toz pembe değildir ve mükemmel insan yoktur. Tabii biz de mükemmel değiliz. Evlilikle her ne kadar ortak yaşam başlatılsa da aslolan farklı iki insanın bir araya geldiğidir.

Her insan kendi doğrularıyla yaşar. Ancak kendi doğrularınızı gözden geçirmeyi denediğinizde size bir söz daha “ Elinde bir hamur var. İster pizza yapabilirsin , istersen pasta. Ancak bir pizza hiçbir zaman pasta olmaz. Pasta da hiçbir zaman pizza değildir. İstersen o hamurla hiç uğraşmamayı da tercih edebilirsin”

Elinizdeki hamur malzemesi pizza malzemesi ise onu pastaya dönüştürmek neredeyse mümkün olamayacaktır. Hayatlarında her zaman gülerin bulunmasını isteyenler etraflarındaki kır çiçeklerinin farkına bile varmazlar. Oysa kimse bize gül bahçesi vaat etmedi!!!

Biyolojik ailemizi tercih edemiyoruz. Dünyaya gözümüzü açtığımızda birilerinin çocuğu , birilerinin kardeşi olarak doğuyoruz. Beş parmağın beşinin bir olmadığı gerçeği ile nasıl aynı anne babadan doğma ve ortak koşullarda büyütülen kardeşlerimizle, öz anne , babamızla sorunlar yaşıyorsak evlilikle birlikte edindiğimiz zorunlu akrabalarımızla da sorunlar yaşamamız ve yaşayacağımız fikrini benimsememiz hoşgörümüzü artırır. Ancak nacizane tavsiyem her iki aileye de sınırlı zamanlar ayırarak kaliteli birlikteliği sağlamaktır. Sürekli bir araya gelişler malesef.kaliteyi düşürüyor.

Mühim olan o günü iyi yaşamaktır, kendimizden ödün vermeden ancak mükemmelin peşinde de koşmadan… Mükemmellik bir hedeftir. Zaman zaman yaklaşılan zaman zaman uzaklaşılan bir hedef. Elinizdeki malzemeleri iyice denetleyerek hamur işine başlayın. Bana kalırsa sevgiyle birleşmiş yuvalarımız, her zaman için emek vermeye değer.!

7 Eylül 2005 Çarşamba

BEN DÜŞMAVİYİM!

Hayatın erken olgunlaştırdığı kişilerdenim ben!

Zaman zaman artıları oldu olgunluğun. Ama çocuk olmakla büyük olmak arasında gelgitler yaşayarak geçti çocukluk ve gençlik dönemim.
İlkokul beşinci sınıftan itibaren 11 yıl süre ile sonradan işitme duyusunu kaybeden annemin tedavisi için mücadele verdik. Bu süreçte evin en büyük çocuğu olarak annenin sağ kolu olma ve eksik uzuvlarını tamamlamayı görev edindim kendimce. Hatta tıp fakültesine mukakkak girip KBB alanında uzmanlaşmak ve iç kulağa yönelik buluşlar yapmak tek hedefimdi o yıllarda …
11 yılın sonunda annem tedavisini bulup da sağlığına kavuştuğunda üniversite öğrencisiydim. Ancak annemin özgürlüğüne kavuşmasına ve evdeki yeni düzene en zor alışan ben oldum. Annem iyileşmişti ama ben sanki elmamın diğer yarısını kaybetmiştim. Yarım elmaydım artık!
Karşımdaki ise yıllardır bana bağımlı yaşayan annem değil hırslı ve azimli, hayat dolu gencecik bir kadındı. Sudan çıkmış balığa döndüm diyebilirim. Aile yaşantımız normale döndükçe ya da sıradanlaştıkça ben kimliğimi arıyordum. Yaşıtlarımın arasına kolayca karışamadım. Çünkü kendimi ne genç ne de ergin hissediyordum.

Yaşamımdan hasta insanları çıkarmamak adına iki yıl süre ile bir rehberlik merkezinde gönüllü olarak işitme engelli çocuklara konuşma eğitimi vererek geçirdim. Ancak daha sonra bitirmiş olduğum yüksekokulun (gıda tekn.) ve de diplomamın elverdiği işi yapma kararı aldım.
1999 yılında aşık oldum eşime! Biz evliliğe hazırlanırken kayınpederim amansız kas hastalığı ALS ye karşı son çırpınışlarını veriyordu. Eşimle en büyük ortak yönüm: Evde hasta biriyle yaşamanın, canın kadar sevdiğin birine tedavi aramanın ne olduğunu çok iyi biliyor olmamızdı. Benim çocukluğumda yaşadığım acıları ve beklentileri o yeni yeni tadıyordu. Ve 2001 yılında 25 aylık yoğun bakım tedavisinin sonunda kaybettik kayınpederimi.- Allah rahmet eylesin!-
Ancak hayatla nihayet baş başa kaldığımda yani kendi ailemi oluşturduğumda baktım ki çok yorgunum. Hayat halen bir mücadeleymiş! Evlilik de öyle.Hem de mücadelenin hası: Her şeyle ve edinilen yeni rollerle mücadele. Maalesef yanlışlar yaparak, türlü çatışmalar yaşayarak doğruyu bulmak durumunda kaldım. Yanlış yapıp, sonucunu görüp sonra doğru olanı keşfetmek hiç kolay bir süreç değildi. Ama vazgeçmedik birbirimizden! İyiki de vazgeçmemişiz. Sevgiye kurmuştuk yuvamızı ve bu sevgiye emek vermeye değerdi. Çok zaman kendi evliliğime mücadele gücü bulamadım kendimde. Çünkü dedim ya hayat fazlaca yormuştu zaten beni. Küçücük omuzlarımda ağır yükler taşıtmıştı çok zaman.
Sonra vazgeçtim bir süre için pembelerden, hayatın toz pembelerinden! Çok ama çok kırgındım hayata ! Hep yanlış yaptığımı hissedip kızıyordum. Kendime çok yükleniyordum. Aslında bazen yanlışı yaşamak ister insan ıslanacağını bile bile yağmurda yürümek gibi. Ben de ıslanmak istedim. Ve maviliklerini aradım yaşamın. Uçsuz bucaksız mavilikleri… Bazen fırtınalı, bazen umarsız ama hep sessiz çığlıkları barındıran maviliklerde ıslandım da ıslandım!
Dedim ya ben düşmaviyim.!
İyi halin de kötü halin de, iyinin de kötünün de devamlılığı olmadığı yaşamda bugünü iyi yaşamak adına varım! “Ya bu deveyi güdersin, yada bu diyardan gidersin” atasözümüz gereğince maksat deveyi gütmekse o deveyi iyi güdelim!

Önce sağlık sonra mutluluk dolu günler diliyorum.
Sevgiyle kalın!

HEKİMLİK KARİZMASI

Doktor civanım, doktor doktor civanım!!!!
Hangimiz herhangibir rahatsızlığımızda doktora gidip de tanımız, tedavi şeklimiz, varsa alteranif tedaviler hakkında bilgi ve ilaçların kullanım dozları hakkında yeterince bilgilenmiş olarak muayene odasından ayrılıyoruz?
Özellikle o güzel yazılarıyla yazdıkları çok zaman karalamayı andıran reçeteleri gördükçe tıp fakültesi öğrencilerinin tamamının yazılarının okunaksız oluşu bir tesadüf mü? şeklinde düşünmeden edemiyorum. Ardından da oldukça uzun bir kuşak dönemini kapsayan binlerce hekimin ilkokul öğretmenlerine geri dönme gereği hissediyorum kendimde. Nasıl öğrenci yetiştirmişler böyle? Bu kişiler acaba hayatları boyunca yıldızlı pekiyi ile ev ödevi götürmemişler mi?
Ancak ne yazıkki anlaşılmaz reçeteler hazırlamak, anlaşılmaz dilde konuşmalarının kabahatlisi onlara alfabeyi ve yazı yazmayı öğreten ilkokul öğretmenlerinde değil! Hekimler anlaşılmaz olmayı kendilerinin "hekimlik karizması" olarak algılıyorlar ne yazık ki. Ve üzülerek belirteyim ki kuşaklar boyu da bu böyle devam ediyor. Hatta bırakın hastaya açıklama yapmayı muayenelerini bile vakit kaybı olarak gören bu nedenle hastaya karşıdan bakarak tedavisini, reçetesini hazırlayan hekimlerimizin sayısı hiç az değil.
Oysa hastalarının anlayabileceği olabildiğince sade bir dil kullanmak, tanı ve tedaviler hakkında hastayı yeterince bilgilendirmek meslek etiğinin ana maddeleridir.
Tıp dilini/ latinceyi hayatlarına öylesine yerleştirmişler ki bunun dışında ifade tarzı yok görüyorlar. Daha da komiği hastaları tarafından anlaşıldıklarını düşünüyorlar !!!!
O zaman ne yapmalı? herkes hekimin karşısına geçmeden önce tıbbi terimler sözlüğü ve bir kaç adet sağlık ansiklopedisini mutlaka yanında bulundurarak muayene olsun! Evlerimize yığınla sağlık ansiklopedileri, vcd leri alalım!
Yada hekimleri sade bir dilde açıklamalar yapmaya zorlayalım.
Karizmalarını değiştirme gayretine girmeliler artık. Çünkü karşılarında sadece kalbi, böbreği, damarları, damarları içinde kan hücreleri vs. olan bir mekanizma değil! İnsan var.
Bu konuda hepimize kolaylıklar diliyorum.
Sevgiler...