25 Ekim 2005 Salı

TOPRAĞIN OĞLU

Toprağın oğluydu o: çiftçiydi.
Her sabah gün doğmadan düşerdi toprağın kucağına, teriyle sulardı her bir tohum tanesini gün batımına değin
Damarlarından biri toprakla beslenirdi onun. Kim ne derse desin, tek bir fidan kurumasın, bir ağaç ölmesin diye çabalamaktan geri kalmazdı.
Toprağı yalnız bırakmazdı onu, toprağı emeğinin karşılığını verirdi...
En yakın arkadaşları birer birer şehre göçmüşlerdi. Burada karınları doymuyordu artık. Masraflarının karşılığını bile vermiyordu tarladan kalkan ürünler. "Çalış, çalış... eline geçen bir şey yok. Üstüne üstlük de zarar ediyoruz" deyip terketmişlerdi buraları. Geçenler de de kardeşliği gitmişti. Gözü yaşlı ayrılmıştı köyünden, heybesine umut doldurup gitmişti yaaa, Allah yardımcısı olaydı.
Haklıydı; hepsi de haklılardı. Tarlalara gelecek işçi bulamaz olmuşlardı. Herkes naz ediyordu. Gelip çalışanlar da artık üç kuruşa akşama değin ter dökmek istemiyorlardı. Sonrası... Sonrası tohuma para, gübreye para, mazota para. Ver Allah ver. Ama cepten gidenin karşılığı gelmiyordu ki… Tarlada kalıyordu ürünleri. Çok zaman hayvanların önüne koyuveriyorlardı. Yılda bir kez ürün alınıyor. O da tarlada kalınca ne yapsalardı.
Zaman eskisi gibi değildi artık. Kimse çiftçinin yüzüne bakmaz olmuştu. Geçen senenin altında fiyat veriyordu tücarlar pamuğa, mısıra, buğdaya. Cepten gidenin karşılığını bulamıyor ki çiftçi.
Evdeki karısı da haklıydı:"pazara çıktığında çantası dolsun istiyordu, bebesine yeni giysiler istiyordu. Çamaşır makinesi istiyordu, elleri artık yumuşacık olsun, nasır tutmasın istiyordu"
Bir yaşlıları kalmıştı köyünde, bir de toprağın oğlu. Yoook ben toprağımı bırakmam diyordu, o da beni bırakmaz.

Yağmur damlalarına karıştı aktı da aktı göz yaşları. Neden sonra açabildi avuçlarını: bir pamuk kozağı vardı elinde. Bir o kuru kalmıştı avuçlarında. Diğerleri yağmurla yıkanmıştı.
Nasip dedi, toprağın oğlu. Her ne kadar öldürse de yağan yağmur emeklerini, çiftçinin işi nasipdi işte. Yağmur emeklerini alıp götürse de .....

24 Ekim 2005 Pazartesi

HAFTA SONU NERDEYDİK?

Malumunuz üzere izmir beşik gibi sallanıyordu biz de babaanneye kaçtık. Önce büyük anneannemizin evine gittik. Orada yeni doğmuş buzağıları sevdi, okşadı balböceği hatta eve götürelim diye tutturdu bile...
Sonra da babaanneye gittik.
Güzel bir hafta sonuydu en azından deliksiz uyuyabildiğimiz iki gece geçirdik.
pazar gecesi sahurdan sonra izmire döndük.
Umarım güzel bir hafta olur.
Herkese iyi haftalarrr :)

18 Ekim 2005 Salı

DEPREM !

29 yaşındayım ve bu yaşıma gelene değin defalarca deprem yaşadık ama hiç biri dün yaşadığım heyecanı yaşatmadı bana. Ben genelde soğuk kanlıyımdır, kolay kolay panik olmam ve beni korkutacak deprem ancak binaların yıkıldığı ortalıkta yardım bekleyen insanların göründüğü depremdir. Dün izmirde yaşanan depremde sarsıntının dışında bir şey yaşanmamasına ve gözle görülür zararlanmalar olmamasına rağmen büyük panik yaşandı.
Sabah meydana gelen ilk depremi yolda olduğum için hissetmemiştim. Allah duyurmasin derler ben tam binanin onundeydim deprem sirasinda ve
hicbirsey duymadim. dekanlik binasina girdigim anda herkes panik halde bir seylerden bahsediyor. Ne oldugunu anlamadim sonra dersliklerden ogrenciler
ciktilar panik halde hepsinin elinde cep tel. kosaradim derslikleri bosaltip kendilerini sokaga attilar. O zaman anladim deprem olmus :( Merdivenlerde is arkadasim ile karsilastim herkes binayi bosaltinca o da ne yapacagini sasirmis almis cantasini bari ben de cikayim demis. Birlikte donduk buroya. Öğleye kadar sarsıntılar devam etti. Biz de türlü deprem hikayesi anlattık durduk birbirimize, gülmece bile yaptık.
Öğle paydosunda yemekhaneye giderken Ebru yemekhanenin bodrum
katta oluşundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdiğinde bile gülüyordum. oca hastane yıkılır da kliniklerin tamamı yemekhanenin üstüne çökerse... Hasta yatakları ve serum şişeleri arasında sıkışır kalırız neyseki doktorlarımız başımızda olacak diye makara yapıyorum. Yemeğin sonuna doğru 5,9 şiddetindeki depremi yaşadık. Önce hafif bir titreme oldu ve sallanıyoruz dedik. Ardından ön masalardaki 5-6 kadının sanırım hemşireydiler ellerindeki tepsileri can havliyle masaya bırakıp kapıya doğru kaçtıklarını gördüm. Herkes donup kalmıştı. Ellerinde yemek tepsileri yemeklerini yeni alanlar, içeriden kapıya doğru koşanlar ... ortalık mahşer yeri gibiydi. Ancak birkaç dakika içinde toparlandık. Baktık kırılan dökülen bir yer yok yemek yemeğe devam ettik.
Oğlumun kreşi de hastane bahçesinde olduğundan haydi çocuklarımıza gidip bakalım dedim. Ebrunun kızı da Yağızın bir altı sınıfındaydı. Çocuklar uyumuşlardır diye düşünerek kreşe gittik. Bir de ne göreyim çocuklar pijamaları ile koridorda sıralanmışlar. Telefon gelmiş binalar boşaltılacakmış. Yağız koşarak yanıma geldi. Çocuk neşe içinde bahçeye çıkıyoruz oyun oynayacağız diyor. Ebrunun kızı ise üstüne kakasını yapmış. Ebru altını temizleyelim diyor bakıcı şimdi altını mı temizleyeceğiz diye soruyor. Ebru içeriye kendisi geçti ben temizleyim dedi. Ben Yağızla bahçeye çıktım. Çocuklar kum havuzuna oturtuldu. İçeride yetmiş tane 3 yaş altı çocuk var ve kreş müdürü nasıl panik, onun paniği beni korkuttu kollarına ikişer çocuk alan kedi yavrusu taşır gibi çocukları alıyor dışarıda sınıf teyzeleri çocukların başında bir taraftan minder taşınıyor diğer taraftan bahtaniyelere çocuklar ikişerli taşınıyor ve velilerin hiç birine ulaşılamıyor telefonlar kilitlenmiş!Yağız gayet sakin olunca arkadaslarının yanına oturtup kreşe koştum. İki çocuk da ben aldım koşarak bahçeye getirdim. Çocuklardan erkek olanı yüzüme bakıp bakıp ağlıyor. Sarıp sarmalıyorum ağlama bebeğim diyorum ama nafile. Gelen her çocuğu yorgana ya da bahtaniyeye sarıyoruz ama uyku sersemi çocuklar, üstlerinde pijama ve ceketleri var ama hepsi de buz gibi oldular. Ve küçüklerin hepsi ağlıyor. Hepsi bakıcılarına koşuyor ama bir bakıcı kollarıyla en fazla dört çocuğu sarmalayabiliyor. Elimizin kolumuzun yettiği çocuklara sarılıp, sakinleştirmeye çalıştık. Kısa sürede boşaldı okul. Bu kez her çocuğu kundaklar gibi bahtaniyeler bohça yapıp yan yana dizdik. Çok üşüdüler çünkü. Ben ve Ebru çocuklarımızı alıp bürolarımıza gittik. Bu kez dekanlık binasına giremedik. Bina boşaltılmış ve bizi yukarıya salmıyorlar. Çıkmalıyız telefon edeceğiz diyerek çocuklarımızla merdivenlere yöneldik. Bu kez çocukları aşağıda bırakın dediler. Yaz işlerinden bir memur arkadaş Ebrunun kızını kucakladı. Çocuğu bana bırak, sen yukarıya çık, dedi. Ebru kızım başkasıyla durmaz dese de durur, durur diyerek aldılar çocuğu. Yağız'ı da daha önce hiç görmediğim bir memur arkadaş kucakladı. Bayan siz merak etmeyin ben sizi tanıyorum. Kapının önünde olacağım. Siz de oyalanmadan hemen aşağıya inin binalarda durmak tehlikeli dendi. Koşarak büroya geldik. Çocuğum pijamalarıyla aşağıda tanımadığı birinin kucağında hemen büroyu, bilgisayarları kapattık. Telefonlar kilitlendiği için kimseye ulaşamadım. Eşim nerede bilmiyorum. Bahçede beklerken eşim geldi. Bir saat kadar bahçede bekledikten sonra evlerimize döndük. Ama trafik felç olmuştu. Nasıl panik vardı... Okullar tatil edilince herkes çocuğunun okuluna ulaşmak durumunda kaldı ama normalde on dakika sürmeyen mesafelere saatlerce ulaşılamadı. Otoparklarda arabalar tıklım tıklımdı. Herkes çantasını , yiyeceklerini almış arabalarında bekliyordu. Biz de arabamızın deposunu fulledik. Ama daha sonra evde (Gaziemirde eşimin dayısındaydık) oturduk. Ve çocuğumuz hiçbirşey hissetmedi.Kaldı ki iki buçuk yaşındaki bir çocukla arabada saatler geçirmek, onu orada oyalamak, yedirmek vs. evde kendi başına deprem paniği yaşamaktan daha zordu. Gece saat on gibi evimizi dönerken telefonumuza kontör almak istedik. Ama hem gaziemir hem de bucada her dükkana gidip kontör sorduk ve tek yanıt aldık: Kalmadı! İnsanlar kontör ve yiyecek stoklamışlardı. Koca bucada ne kontör ne de yiyecek ekmek bulamadık. Evimize döndük. Gece tekrar sarsıntı yaşamadık ve baş ucumuza acil durumda gerekenleri koyup eşofmanlarımızla uyuduk. Çok şükür sabaha kadar deprem nedeniyle uyanmadık. Şimdilik de sakin bvir şekilde günlük hayatımız devam ediyor. Allah başka felaketler göstermesin!

13 Ekim 2005 Perşembe

NE ÇABUK BÜYÜYOR BU VELETLER

Oysa büyümesini dört gözle nasıl da beklemiştim. Ahh bir büyüse , bir konuşsa diye... Yollarda sohbet ederek el ele yürüyeceğimiz günlerin hayalini kurarken yüreğim bir başka çarpardı.
Şimdi 31 aylık oğlum karşıma geçip "anne, biraz sohbet edelim mi?" diye sorduğunda donup kalıyorum.
Uzun süredir görmediğim biri oğlumu görüp de "aaaaa ne kadar büyümüş" dediğinde bir sergide eserini gururla ziayretçilerine sunan ressam gibi hissediyorum kendimi: "işte benim sanat eserim" diyorum.
Biliyorum ki; kollarımın arasında kokusunu uzun süre soluduğum, minik başını sevgiyle okşadığım keyifli anlar git gide azalacak... Minik bebeğim, kuzucuğum, oğluşum apayrı bir birey olarak varlığını ortaya koydukça , onunla başka keyifli yolculuklara çıkacağız!
Ne hızlı büyüyor bu veletler... "sen küçücük bebekken..." diye başlayan konuşmalardan büyük keyif alır oldu. Sık sık sorguluyor. "Ne yapıyordum anneeeee?" Ben de cevaplıyorum: " Aguuuu" diyordun. Kahkahalarla gülüyor " Aguuuu mu diyordum hahaha haha hahaah"
....

10 Ekim 2005 Pazartesi

HASTALIK HALLERİMİZ

Büyükler derler di çocuğun hasta olduğuna yanmam, huyunun değiştiğine yanarım diye. Pek doğru söylemişler.Oğlum bu hafta sonu maalesef rahatsızlandı. Cumartesi öğleden sonra başlayan hafif ateş gece 38,2 leri buldu ve Pazar sabahı acile götürdük. Boğaz enfeksiyonu geçiriyormuş. Genel durumu iyiydi. Ateş dışında başka bir sorun yok gibiydi. Soruyorum oğlum çiş yaparken pipi acıyor mu?, kulakların ağrıyor mu diye. “Yooottt ağrımıyor diye cevap veriyor” En sonunda sadece boğazım ağrıyor dedi Aman da büyümüş de teşhis konusunda bizi aydınlatırmış!!!

Cumartesi gecesi saat üç gibi ateşler içindeydi. Hemen ılık duş aldırdık ve ateş düşürücü içirdik. Ondan sonra küçük beyimizin çenesi bir açıldı. Yatak odasına bizim yanımıza yatırmıştık. Ateş yükselirse haberdar olalım diye. Tutturdu uyumayalım; sohbet edelim!

Mecburen sohbet edildi. Yaklaşık yarım saat kadar sohbetten sonra göz kapaklarımın düşmesine engel olamaya başladım ama hemen yanaklarımda minik bir el “anneeeee, anneciiimmm uyumaaaa, sohbet edelim! Bana civciv anlat, masal anlat, meraklı ördek anlat, arçelik anlaaattt” Masalları çabuk çabuk anlatıp haydi şimdi de uyuyalım diyorum bu kez babaya dönüyor ağlayarak “babaaaaaaa ben uyumucam babacım sohbet edelim, bana noel baba anlaaattt”

En sonunda feryat figan ağladı uyuyoruz diye fakat bu sefer oralı olmadık ağlaya ağlaya uyudu.

Öğlen yemeğini hazırladım. Çorba yiycem anne çorbaaa dediği için pişirdiğim tarhana çorbasına karşıdan şöyle bir baktı ve yemiyceeem dedi. Ne yiyeceksin? Dolmaaaa. Peki dolma veririm yemez. Hiçbir zaman yemek problemi yaşamadığım oğlum iki lokma dolmayı da yemeden bıraktı. Israr etmedim . iştahı yok herhalde diye ama bu kez naaar yiyceeemmm dedi ve her tanesi öksürttü onu. Narları önünden zor zar aldım. Zaten ertesi sabah doktora götürdüğümüzde boğazının ağrıdığını söyledi dedim hemen yanımdan “nar yiyemedim, boğazıma takılıyorrrr” diye açıkladı sıpam!

Pazar gündüz ise pehlivanoğlunun önündeki trambolinlerde zıplamak için resmen sayıkladı evde. Tamam ilacını içersen götüreceğiz dediğimiz için düştük yollara. Ama aksi gibi de Bucada iki Pazar kuruluyor trafik felç, pahlivan oğluna ulaştık ama park yeri bulmak imkansız. Yağız başladı arabanın içinde ağlamaya “pehlivanın oğluna dideliiimmmm, ben zıplıcaaam” Tamam oğlum geldik deriz anlamaz. Ağlar da ağlar. Bu kez Pazar yerinin yakınına park etmek zorunda kaldık ve pazarın içinden geçerek markete dolayısıyla trambolinlere ulaşmaya çalışıyoruz. Pazarda sürekli ağladı. “Pazara ditmeyeliiimmmm, pehlivanın oğluna dideliiiimmm” diye. Oğlum buradan geçmek zorundayız bak gidiyoruz diye açıklama yapmaya çalışıyoruz ama nafile dinlemiyor bile tek bildiği mızlanmak. Gittik sevinçle trambolinlere atladı bu kez hareket nedeniyle halsizleşti ve ateş başladı. Uzandı trambolinlere süre doldu başka çocuklar da zıplamak için sırada bekliyorlar bizim adam ben burada uyuycaaaaam diye tutturdu. Neyse zor zar aldık içeriden. Yolda eline bir armut aldı gözleri kapalı yiyor tam uyuyor armut elinden düşüyor diye uyanıp ağlıyor…..Ağlamaktan ve uykusuzkukltan helak oldu. En sonunda zorla sızdı. Öğleden sonra uykusunu uyuduktan sonra gayet iyiydik, antibiyotiğe başladık, ateş düşürücü veriyoruz gayet keyifli ancak gece uykudan önce terlemişsin oğlum, gel pijamalarımızı giyelim zaten uyuyacağız dememle birlikte kızılca kıyamet koptu. Onu soymama çok sinirlendi. Giydirdiğim pijamayı yeniden çıkartmak için en az on beş dakika boyunca aralıksız ağladı. Babasıyla birlikte ağlatmayalım ne giyerse giysin diye düşünmemize rapğman bu kez çığlak kalmak için tutturdu ve öyle bir ağladı ki çığlık çığlığa sanki etinden et koparılıyor. Doğdu doğalı ilk kez böyle inatlaşma ve ağlama yaşanıyor sonra olmayacak bir kıyafet seçti gardrobundan bunu giyeceğim dedi. Ancak bu sefer de bez bağladım diye aynı seromoni ağlamayla birlikte öksürük geliyor ve neredeyse kusacak gibi oluyordu. Masal anlatıyorum, şarkı söylüyorum, hayır küçük bey avaz avaz ağlıyor! Ne yapsam akılı giysilerinde neden soymuşuz???

En son balkona çıktık etrafı izledik biraz sakinleşti. Balkonda kucağımda dolaştırdım durdum, bir taraftan aydedeye şarkılar, diğer taraftan sohbet mayıştı bizimki ve yavaşca yatak odasına götürdüm bu kez kitap okuyalım diye tutturdu. Tamam iki kitap aldım okudum her sayfa ve resim ile ilgili beşer dakika sohbet !!!! Kitaplıktaki tüm kitapları okumamı istenmez mi? Hızlı okuyorum tekrar ettiriyor velet! Fenalıklar geçireceğim. Yine masal, kitap ve ağlama krizinin ardından sızarak uyudu.

Allahım bir an önce iyileşse de normale dönse yavrucuk derdinden neye ağlayacağını şaşırmış durumda bizi etrafında döndürüyor ve ilk kez bir çocuk gibi şımarıklık yapıp, Naz üstüne naz yapmaya başladı.

Ne demişler annelik zor zenaaatttt!!!

5 Ekim 2005 Çarşamba

HOŞGELDİN RAMAZAN!

Bu gün mübarek ramazan ayının ilk günü herkese hayırlı olsun. Malumunuz ben de artık büyüdüğüm için oruç tutmak istedim ve bugün orucum! Sabaha kadar tuvalet eğitimi alan oğlumu bir kazaya sebebiyet vermemek adına iki satte bir uyandırıp tuvalete taşıdım, saat iki buçuklardan neredeyse sabaha kadar heyecen içinde davulunu çalan davulcuyu dinleyerek sabahladığım için de bir hayli uykusuzum!

3 Ekim 2005 Pazartesi

HEKİMLİK KARİZMASI 2

Bir önceki yazima gelen yorumlari değerlendirdiğimde gördüm ki asıl değinmek istediklerim yanlış anlaşılmış. Bu nedenle aynı başlıkla yazıma bazı ilaveler yapma gereği duydum.
Öncelikle şunu belirteyim; eleştirim şimdilik sadece hekimlere. Onun dışında sağlık sektöründe tedavi tabiiki bir ekip işi. Eczacısından, hemşiresine, ilaç firmasından, hastabakicisina, sağlık teknisyenleri ve laborantlarına kadar.
İşim nedeniyle gün içinde onlarca hekimle bir arada çalışıyorum. Yani sağlık sektörüne uzak birisi değilim. Ancak öyle olaylarla karşılaşıyoruz ve öyle sahnelere tanık oluyorum ki "Beni Türk Hekimleine Emanet Ediniz " sözü yakında müzeye kaldırılacak gibi geliyor bana! Bu istek git gide uzaklaşıyor günlük hayatımızdan...
Nedenine gelince: Hekimlerimizin yada hekim adaylarımızın bir çoğu rutin tedavilerinde bir takım gereklilikleri yok sayarak hareket ediyorlar. Örneğin; bir hasta hekimin karşısına geldiğinde hastalık öyküsü dikkatle dinlenmeli, hastanın fiziki muayenesi ve gerekli biyokimyasal, radyolojik tetkikler dahası tanıyı destekleyecek ne gerekiyorsa yapıldıktan sonra ilgili muayene ve tetkikler ışığında hastanın tanı ile ilgili bilgilendirmesi yapılmalı. Yada hasta ilgili bilim dallarına yönlendirilmelidir. Öyle değilmi.?
Fakat büyük sağlık kuruluşları ve hastanelerde yaşanan nedir? Hasta yavaş soyunuyor diye muayeneden vazgeçilmesi, neyin var amca/teyze sorusuyla başlayan sözel sohbetin ardindan hastaya karşıdan bakarak ilaç yazma: Bitti! Bu kadar. Gelsin sıradaki hasta.
Hasta konuşacak durumda değilse yada doktoruna şikayetlerinden bahsedecek kadar kendini yetkin hissetmiyorsa; hasta yakını, hasta adına hekime şikayetlerini anlatıyor hekim de aldığı sözel bilgillerden sonra ellerine okunaksız bir reçete verip gönderiyor.
Sevgili eczacılarımız tabiiki sağlık danışmanlarımızdan biridir. Tabiki hekimler ilaçların jenerik isimlerini ve formülasayonlarını belirtebilirler. Ancak dr. yazısını yanlış yorumlama nedeniyle hastalara yanlış ilaç yükleyen eczacılar ve yanlış tedavi alan hastalar yok mudur? Malesef var arkadaslar hem de sayıları yadsınamayak kadar çok...
Sorun sistem tabiki. Yani suçun büyüğü devlette ya da Sağlık Bakanlığımızda. Hastanelerde hekim başına düşen hasta sayısı çok fazla olduğu için muayeneye zaman bile bulamıyorlar.
Ancak bu tür uygulamalar malesef "ETİK DIŞI" ve bu davranışların benim gözümde kabulü yoktur. Hasta bilgilendirmesini mesleklerinin temeline almaları gerektiği bilgisini rutin tedavilerinde yok saymak; malesef gelenekselleşmiş durumda özellikle hekim adaylarımız, intörnlerimiz bundan bihaber hareket ediyorlar. Oysa öyle önemlidir ki hasta bilgilendirmesi. Hastalar hekime gittiklerinde latince söylevlerden bir şey anlamadıkları için konu komşudan aldıkları bilgilerle, kocakarı ilaçlarıyla, ya da sağlık ansiklopedileriyle iyileşmeyi hedefliyorlar.
Halkın anlayabileceği sade bir dille en azından tanıları hakkında bilgilendirme yapmak ZORUNDA olan sevgili hekimlerimiz halk dilinde açıklamalar, bilgilendirmeler yapmayı "KARİZMA KAYBI" olarak değerlendirip hastaları tarafından anlaşılmamayı daha uygun buluyorlar!
Tabiiki iyi çalışan etik muyeneler ve tedaviler yapan hekimlerimiz de var ancak sayıları parmakla sayılacakkadar az! MALESEF!
Neyin varmış sorusunun cevabını "kronik idyopatik ürtikerrmişim, ya da pnömoni olmuşum, veya "metastaik koleraktal CA, mitröz hemoraji, trombotik trombositopenik purpura, kardiyovasküler ...." -ki doktor yazısı ı okunabiliyorsa- şeklinde doktorlarından öğrenen hastalar ne kendilerine ne de yakınlarına anlatamıyorlar nelerinin olduğunu. Bu tanı nedir ne yapar, ne yapmaz. Nasıl davranmalı nelere dikkat etmeli bilimiyorlar! Bir dizi latince sözcük o kadar !
Kendimden bir örnek vereyim: Bu yaz malesef pnömoni oldum yani zatürre. Üç hafta boyunca üç ayrı hekimin tedavisini uygulamama rağmen kuvvetli öksürük devam ediyordu. İlk gittiğim KBB hekimi allerji tedavisi uygun gördüğü için bir antihistaminik verip bir hafta kullan dedi. Bir hafta sonunda ateş ve kusma olunca ikinci kez KBB hekimine gittim: Soğuk algınlığı için parasetamol grubu bir ilaç ekledi , Benical! Ateşim 38 i geçmedi dediğim için başka bir şeye gerek duymadı. Kulaklarımı burnumu ve boğazımı muayene etti gönderdi. Ancak körük gibi öksürmeme devam ediyordu bir hafta daha geçti. Sol atrafımam bıçak gibi saplanan ağrılar nedeniyle kurum doktoru Fizik ted. yönlendirdi. Orada fizik muayenenin ardından sabah akşam kas gevşetici ve ağrı kesici kullanmam önerildi. En sonunda bir gece öksürükten tıkandım. Hastaneye koştuk geldik. Bir göğüs uzmanına gitttiğimde hastaneye yatırmak istedi Sol akciğerim balgamla kaplanmıştı ve nefes alamıyordum. Üç hafta boyunca aldığım ilaçlar sadece tanıyı maskelemeye ve ciğere yayılmasına sebep olmuştu ve bu denli öksürüğe bir akciğer filmi çekişlmediği daha sı da göğsüm hiç dinlenmediği için gerekli tedaviyi almakta, ya da bir göğüs hastalıkları uzmanına çok geç gitmiştim.
Dahası pnömoninin elli çeşidinden hangisine yakalandığımı bilmediğim için ya da pnömoninin ne olduğu bilgisi bana verilmediği için dinlenmem gereken zamanları malesef tüm evimi kloraklarla dezenfekte ederek, kendime bir ağız maskesi takarak çocuğumdan ayrı geçirdim. Oysa ikinci kez kontrole gittiğim Göğüs hekimi viral pnömoninin bulaşıcı olmadığını yaptıklarımın gereksiz olduğu bilgisini - zorlamalarım sonucu - verdiğinde çok geçti. Mutlaka hastaneye kolay ulşabileceğim bir yerde kalmam gerktiğini, zaman zaman ani tıkanmalar yaşayabileceğimi, o zaman oksijen desteği almak için hemen hastaneye gitmem gerektiğini bilseydim ilk tıkanmamda Kuşadasında olmazdım!
Malesef arkadaslar ben hekimlerin "hekimlik karizması" saydıkları davranışlarına eleştirmelerimi sürdürmekte devam edeceğim. Bazı arkadaslar bunu beni,m kuruntum olarak değerlendirse de aslında yazmadığım çok fazla örnekler var! Hepsi de yaşanmış ve İzmir gibi bir büyükşehirde gerçekleşmiş olaylar.
Amacım şimdilik "birilerinin kulağına kar suyu kaçırmak"!
Sağlıklı günler diliyorum!
Herkese sevgiler!